Tarih boyunca egemen sınıflar, iktidarlarını sürdürmek ve muhalefeti bastırmak adına hapishaneleri yalnızca birer fiziksel kapatma mekânı olarak değil, toplumsal muhalefeti disipline eden siyasal araçlar olarak örgütlemiştir. Zindanlar bu yüzden salt duvar ve demirden ibaret değildir; onlar, egemenlerin korkularının, tahakküm arzusunun ve toplumsal muhalefeti sindirme çabasının mekânsallaşmış hâlidir. Ancak bu karanlık mimariler içinde, en ağır bedelleri ödeyerek insan onurunu koruyanlar her zaman devrimci tutsaklar olmuştur. Tutsak alınarak değil, teslim alınmak istenerek zindanlara kapatılan devrimci tutsaklar, tarihin sayfalarına yalnızca bir direniş öyküsü değil, insanlık onurunun çökertilemeyeceğine dair en güçlü kanıtlardan birini kazımışlardır. Yeraltının karanlığına gömülmek istenen irade, nice kez açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla kolektif direnişlerle, dayanışmanın örgütlü gücüyle yeniden yeryüzüne çıkmış; kuyu duvarlarını aşan sesleri toplumsal hafızanın bir parçası hâline gelmiştir. Onların direnişi, zindanın yalnızca kapalı bir mekân değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesi alanı olduğunu her seferinde hatırlatır. Bu yüzden içerideki sesi büyütmek, dışarıda dayanışmayı örmek ve insan onuruna yönelen her saldırıya karşı ortak bir bilinç yaratmak bugün de tarihsel bir zorunluluktur.
Dünyanın farklı coğrafyalarında görülen zindan tipolojileri, devletlerin güvenlik anlayışları, toplumsal kontrol pratikleri ve hukuki normlarının bir yansımasıdır. Hapishanelerin yapısal tercihleri, teknik bir mimari mesele olmaktan çok uzaktır; devletin vatandaşına nasıl baktığını, iktidarın muhalefeti hangi araçlarla bastırmak istediğini ve toplumu hangi yöntemlerle kontrol etmeyi seçtiğini açık eder. Bu bağlamda kuyu tipi hapishaneler—yeraltına doğru inen dar, dikey, ışık ve hava akışının sınırlı tutulduğu mekânlar—ceza rejimlerinin en baskıcı, en insanlık dışı biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Antik Yunan’dan Roma’ya, Orta Çağ Avrupa’sının “oubliette” adı verilen ve adından da “unutma” mantığını taşıyan zindanlarına kadar bu yapıların tarihsel izleri, mahkûmun görünmezleştirilmesi üzerinden kurulan bir iktidar anlayışını sergiler. Osmanlı ve birçok Doğu toplumunda da sorgulama süreçlerinde ya da firar riskinin yüksek görüldüğü dönemlerde kuyu benzeri tutuklama alanlarının varlığı, bu pratiklerin tarihsel sürekliliğini gösterir.
Modern çağla birlikte mimariler değişmiş olsa da mantık değişmemiştir. Bugün bazı ülkelerde yeraltı hücreleri, penceresiz tecrit odaları, yalnızca tavandan bir ışık hüzmesi sızan izolasyon mekânları kuyu tipi hapishanelerin çağdaş karşılıklarıdır. ABD’nin yüksek güvenlikli cezaevlerinden Orta Doğu’daki yeraltı zindanlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada benzer uygulamaların hâlen sürdürülmesi, bu modelin yalnızca tarihsel bir kalıntı olmadığını, modern devlet pratiklerinde de yer bulduğunu göstermektedir. Savunucuları, bu mimarinin güvenlik avantajlarından söz etse de uluslararası insan hakları kurumları, bu tür yapıların tecridi kurumsallaştırdığını, kötü muameleyi görünmez kıldığını ve işkence riskini artırdığını defalarca vurgulamaktadır. Mandela Kuralları’nın uzun süreli tecridi işkence kapsamında değerlendirmesi, kuyu tipi hapishanelerin neden bu kadar yoğun eleştiriye maruz kaldığını açıkça ortaya koyar.
Bu yapıların psikolojik ve fiziksel etkileri, insan onuruna yönelen en ağır saldırılardan biridir. Işık yoksunluğu, hava akımının sınırlanması, mekânsal tekdüzelik, zaman algısının bozulması, sosyal temasın tamamen kopması ve duyusal yoksunluk gibi koşullar; depresyon, halüsinasyon, bilişsel çöküş ve kişilik dağılması gibi ağır sonuçlar doğurabilmektedir. Hukuken de bu yapılar avukat erişimini zorlaştırır, bağımsız denetimi engeller ve kötü muameleyi belgelemeyi neredeyse imkânsız kılar.
Bugün ceza adaletinin temel ilkeleri, insan onurunu korumayı, adaleti şeffaflaştırmayı ve toplumu güçlendiren bir hukuki düzeni esas almayı gerektirirken, kuyu tipi hapishaneler bu ilkelerin tam karşısında duran karanlık bir mirası temsil etmektedir. Bu yapılar, toplumun vicdanıyla değil, baskıyla yönetilmek istendiği dönemlerin izlerini taşır. Oysa çağdaş hukuk, ışığı karanlığa taşıyan bir adalet fikrine dayanır.
Tam da bu nedenle dayanışma, soyut bir iyi niyet değil; tarihsel ve toplumsal bir zorunluluktur. Tecrit duvarlarının ardında susturulmak istenen seslerin duyulması, kamuoyunun görmezden gelmeye itildiği hak ihlallerine yüzünü dönmesi, insan hakları mücadelesinin yalnızca uzmanların değil, tüm toplumun yükümlülüğü olduğunu hatırlatır. Dayanışma, hiçbir biçimde şiddet içermeyen; ancak ses yükselten, soran, takip eden, unutmayan bir ortak bilinçtir. Kuyu tipi zindanların gölgesini dağıtmanın yolu, içeridekilerin yalnız olmadığını göstermekten, hukukun sınırlarını daraltmaya çalışan pratiklere karşı toplumsal bir uyanıklık geliştirmekten geçer.
Bugün dayanışma, bir çağrıdan öte bir gerekliliktir. Karanlık mekânlarda bastırılmak istenen hakikati toplumsal alana taşıyan, görünmez kılınmaya çalışılan tutsakları görünür hâle getiren kolektif bir sorumluluktur. Bu dayanışma, tamamen barışçıl yollarla bile büyük bir güç yaratabilir; çünkü karanlığı dağıtan şey, çoğu zaman tek bir güçlü eylem değil, sürekli hatırlatan, sürekli soran ve sürekli ışık tutan bir toplumsal iradedir. Devrimci tutsakların tarih boyunca gösterdiği direniş, bu iradenin nasıl büyüyebileceğinin en somut örneğidir. Onların karanlığı yırtan sesi, dışarıda büyüyen dayanışmayla güçlenmiş, toplumsal hafızayı derinleştirmiştir.
Bugün kuyu tipi hapishanelere karşı çıkmak, yalnızca bir cezaevi uygulamasını eleştirmek değildir; insan onurunu savunan bir toplumsal bilinci büyütmek, karanlığın normalleşmesine karşı ortak bir aydınlık yaratmaktır. Ve bu mücadele, içeridekilerin sesini dışarıya taşımaya istekli herkesin omuz omuza verebileceği barışçıl, kolektif ve kararlı bir dayanışmayla güç kazanacaktır.





