ULUSAL KURTULUŞTAN SINIF MÜCADELESİNE: DEVRİMCİ KOPUŞUN ZORUNLULUĞU

Hegel’in şu sözüyle başlayalım: “İyi bilinen şey, tam da iyi bilindiği için aslında bilinmezdir.” Bugün devrimci hareketlerin yaşadığı tarihsel ve ideolojik tıkanma, tam da bu söze denk düşüyor. Alışılmış, tekrar edilen, meşrulaştırılmış söylemler artık halkın değil, düzenin ihtiyaçlarını ifade eder hale gelmiştir.

Abdullah Öcalan’ın PKK 12. Kongresi’ne sunduğu “yeni paradigma” yaklaşımı da bu ideolojik çözülmenin somut bir dışavurumudur. Bu yaklaşım, ulusal kurtuluşun devrimci potansiyelinden değil; sistem içi entegrasyonun, teslimiyetin ve devrimci kopuştan kaçışın yeni biçimlerinden biridir.

Bu çağrının sonucu olarak 12. kongrede PKK kendisini fesederken 11 Temmuz’da bir gurup sembolik olarak silahı bıraktı. Ancak bu konuya fazla girmeden silah bırakma merasimine katılan gerillaların yüzünde mutlu ve zafer kazanmış savaşçı ifadesi yoktu. Her biri çok üzgün ve yenilgiye uğramış savaşçının yüzünü yansıtıyordu. Buda gerillanın süreci isteyerek, içselleştirerek bu adımı atmadığının somut ifadesidir.

Marksizm, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz biçimde tanır ve destekler. Ancak bu hak, sınıf mücadelelerinden, üretim ilişkilerinden ve halkın maddi kurtuluş mücadelesinden koparıldığında, devrimci değil, reformist bir araca dönüşür. Lenin’in, Stalin’in ve uluslararası proletaryanın tarihsel deneyimi açıktır: Ulusal kurtuluş mücadeleleri ancak proletaryanın önderliğinde, burjuva milliyetçiliğinden ve küçük burjuva uzlaşmacılığından koparak devrimci anlam kazanabilir.

PKK’nin ilk dönem politik çizgisi, bu tarihsel çerçeveye daha yakındı. Kürt ulusal sorunu, Türkiye’deki genel sınıf mücadelesiyle birlikte ele alınıyor; Kürt emekçileri ve gençliği silahlı mücadeleye kitlesel biçimde katılıyor, devrimci perspektif bu katılım üzerinden besleniyordu. Ancak bugün “demokratik modernite”, “anlam doğası”, “toplumsal doğa”, “komünal toplum”, “demokratik sosyalizm” gibi Marksist kavramlarla ilgisi olmayan teorik kurgular üzerinden sınıf eksenli mücadele tahrip edilmekte, diyalektik materyalizmin yerine idealist ve mistik bir metafizik geçirilmektedir. Mücadele artık sömürü ilişkilerinin çözümünden değil, sembolik anlatıların çoğaltılmasından ibaret hale gelmiştir.

“Demokratik uygarlık sistemi” adı altında geliştirilen bu teorik yapı, ezilen halkların üretim ilişkilerindeki somut konumunu perdeleyerek sınıf sömürüsünü görünmez kılmaktadır. Oysa gerçek kurtuluş; etnik kimliklerin tanınmasıyla değil, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Tarihsel materyalizm bu konuda nettir: Halkın özgürlüğü, sınıf tahakkümünün ortadan kaldırılmasıyla sağlanır. Oysa Öcalan’ın teorik çerçevesinde halk, devrimin öznesi olmaktan çıkarılıp bir anlatının edilgen nesnesine dönüştürülmektedir. Kavramlar çoğaldıkça pratik devrimcilik zayıflamış, teorik soyutlama gerçek politik görevlerin yerine ikame edilmiştir.

Öcalan’ın “kongreyi feshedin” çağrısı ise örgütsel demokrasiyle değil, kişisel hikmetle açıklanabilecek bir yaklaşımdır. Bu, kolektif karar mekanizmalarını dışlayan, tarihsel materyalizmin temel ilkeleriyle çelişen bir anlayıştır. “Marks, Engels, Lenin artık geçersizdir, onları aştım” şeklindeki iddialar ise bilimsel temelden yoksun, tartışılabilir hiçbir kuramsal derinlik taşımayan söylemlerdir.

Devrimler bireylerin sezgileriyle değil; sınıfların çatışması, halkın örgütlü gücü ve tarihsel zorunlulukla gerçekleşir. Kişisel karizma ve sezgiye indirgenen her mücadele tarzı, halkın iradesini bastırır, devrimci imkânları boğar.

“Kürt gerçekliği moderniteyle birlikte sona erdi” diyen yaklaşım; Koçgiri’den Şeyh Said’e, Zilan’dan Dersim’e, Mahabad’dan Botan’a, Rojava’dan Qandil’e kadar uzanan direniş çizgisini kişisel mitolojiye feda etmektedir. Oysa Marksist perspektiften devrim, sürekliliği olan bir halk pratiğidir. Geçmişin isyanları bugünün örgütlü mücadele hattının tarihsel kökleridir. Bu hafızayı silmek, halkın hafızasını silmektir. Hafızasını yitiren bir halk yönünü kaybeder. Devrimci çizgi ise ancak tarihsel bilinç ve sınıfsal irade temelinde yeniden kurulabilir.

Bugün PKK çizgisinde yaşanan yönelim, sistemin “Terörsüz Türkiye”, söylemini ısrarla vurgularken PKK ve DEM’in “barış ve demokratik toplum”, “asrın çağrısı”, “komünal örgütlenme”, “Komünalist toplum” gibi kavramlarla tanımladığı restorasyon süreciyle paralel ilerlemektedir. Bu süreç, Kürt halkının toplumsal gerçekliğini çarpıttığı gibi, Alevi inancı başta olmak üzere birçok halksal, inançsal öğeye karşı dışlayıcı, zaman zaman aşağılayıcı ifadelerle kullanılmaktadır Öcalan tarafında. Gelişen tepkiler karşısında amali, fakatli izahatlar ise bu gerçekliği yok edememektedir. “Silahlı mücadelenin misyonu tamamlandı”, “barışçıl çözüm esastır” türünden söylemler halkın değil, egemenlerin söylemleridir. Oysa ne Kürt halkı bağımsızdır ne işçiler özgürdür ne de sömürü sona ermiştir, nede PKK’nın ortaya çıkış ve uğruna mücadele ettiği hedefe ulaşılmış değildir. Böyle bir durumda devrimci örgütün görevini tamamladığını ilan etmek, açık bir sınıfsal teslimiyettir. Bu, halkı mücadele dışında bırakmak, devrimci olanakları sistem içi taleplerle sınırlamaktır.

“Çözüm süreci” adıyla başlatılan reformcu süreçlerin bıraktığı enkaz ortadadır: Hasta tutsaklar serbest bırakılmadı, halk kriminalize edildi, devrimci örgütlenmeler tasfiye edildi, mücadele pasifleştirildi. Bu yalnızca Türkiye’de değil, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar emperyalist merkezlerin yaygın biçimde uyguladığı karşı-devrimci stratejinin bir parçasıdır: Direnişi silahsızlandır, yalıt, entegre et. Burada barış; emperyalizmin iç savaşsız hegemonya kurma aracına dönüştürülmektedir.

Rojava deneyimi, başlangıçta halk meclisleri, kadın öz savunması ve komünal yapılarla umut verici bir yönelim sergilemişse de, zamanla ABD emperyalizmiyle kurulan ilişkiler bu hattı sistem içi bir aktöre dönüştürmüştür. Bugün Rojava’da halkın kendi kaderini tayin hakkı, emperyal çıkarlarla belirlenen sınırlara indirgenmiş, devrimci niteliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu durum, Marksist teori açısından ulusal mücadelenin emperyal sistemle bütünleşerek devrimci karakterini kaybetmesi anlamına gelir.

Son dönemde sıkça dile getirilen “ulus-devlet dönemi sona erdi” söylemi de bu ideolojik sapmanın başka bir boyutudur. Kapitalizm ve emperyalizm varlığını sürdürdüğü sürece, ulus-devletler de bir sömürü aracı olarak yaşamaya devam eder. Ulus-devletin yerine önerilen “demokratik konfederalizm”, üretim ilişkilerini dönüştürmediği ve sınıf tahakkümünü ortadan kaldırmadığı sürece devrimci değil, liberal bir projedir. Bu söylem, emperyalizmin yerel çözüm araçlarına dönüşen post-modern paradigmasının yerel izdüşümüdür. Oysa Marksizm, ara çözümleri değil, iktidar sorununu devrimci biçimde çözmeyi hedefler.

Bugün Kürt halkının mücadelesi tarihsel bir yol ayrımındadır: Ya sınıf mücadelesiyle birleşen, silahlı direnişi stratejik bir düzleme taşıyan devrimci bir kopuş gerçekleşecek ya da mücadele, sistem içi uyum projelerine entegre edilerek etkisizleştirilecektir. Gerçek kurtuluş; halk örgütlülüğünün inşası, sınıf bağlarının yeniden kurulması ve halkın kendi öz gücüne dayanan devrimci bir programla mümkündür. Barış masaları çözüm değil, tuzaktır. Özgürlük masa başında değil; barikatta, dağda, fabrikalarda, halkın örgütlü iradesiyle kazanılır.

Bugünün görevi; emperyalizme, faşizme, Siyonizm’e karşı mücadeleyi büyütmek, halkların iradesine dayanan devrimci programı yeniden inşa etmektir. Ulusal mücadele, sınıf eksenine oturtulmalı; halkların birliği ve ortak direnişi temel hedef haline getirilmelidir. Halk kitlelerine dayanmayan hiçbir mücadele özgürlükçü olamayacağı gibi, nihai kurtuluşu da sağlayamaz. Marksizm yalnızca bir eleştiri yöntemi değil; halk iktidarının devrimci stratejisidir. Bu stratejiyi bugünün koşullarında yeniden üretmek ve uygulamak, geleceğin özgür toplumunu kurma yolundaki en yakıcı tarihsel görevdir.

Önceki İçerik12 TEMMUZ 1991
Sonraki İçerikODTÜ Mezuniyet Töreni: “Daha tutuklanmamış arkadaşlarımızla Devrim’de…”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz