Gazze Yürüyüşü – Yunanistan’dan Faras: Filistin, çok daha geniş bir reddin siyasî simgesi

“Gazze Yürüyüşü – Yunanistan” (March to Gaza Greece) koordinasyon grubundan Antonis Faras, Yunanistan’ın İsrail’le kurduğu ittifaka karşı sokaklarda örülen direnişi bianet’e anlattı.

Gazze Yürüyüşü – Yunanistan’dan Faras: Filistin, çok daha geniş bir reddin siyasî simgesi

Gazze Şeridi’nde giderek tırmandırdığı yıkıcı saldırganlık karşısında, Yunanistan’da yükselen Filistin’le dayanışma hareketi dikkat çekici bir güç ve çeşitlilik sergiliyor.

Liman işçilerinin silah sevkiyatını durduran abluka eylemlerinden adalarda İsrail kruvaziyerlerini geri püskürten protestolara; üniversitelerde akademi-askerî işbirliklerine karşı verilen mücadeleden Gazze kuşatmasını kırmayı hedefleyen uluslararası filolara katılıma uzanan bu direniş hattı, yalnızca tarihsel hafızadan değil, günümüz enternasyonalizminin canlı damarlarından da besleniyor.

Biz de bu yükselişin ardındaki dinamikleri ve Yunanistan’ın İsrail’le kurduğu ittifaka karşı sokaklarda örülen direnişi anlamak için “Gazze Yürüyüşü – Yunanistan” (March to Gaza Greece) koordinasyon grubundan Antonis Faras ile konuştuk.

“İki halk arasındaki ortak hafıza hala canlı”

Yunanistan’da Filistin’le dayanışma hareketi neden bu kadar güçlü? Sizce belirleyici tarihsel, kültürel ya da siyasî dinamikler neler?

Yunanistan’daki Filistin dayanışmasının derin kökleri, ülkenin kendi savaş, göç ve emperyalizme karşı mücadele tarihinden bağımsız olarak anlaşılamaz. II. Dünya Savaşı sırasında, On İki Adalar’dan -özellikle Kalimnos’tan- göç edenler de dahil olmak üzere binlerce Yunan mülteci Ortadoğu’ya sığındı; önemli sayıda kişi Filistin’de barınak buldu. Bu insanlar açlıktan, faşist işgalden ve bombardımandan kaçıyorlardı. Birçoğu, yalnızca zorluk anılarını değil, aynı zamanda sürgündeki ve sömürgeleştirilmiş halklar arasında ortaya çıkan dayanışma deneyimlerini de canlı bir şekilde hatırlayarak geri döndü. Bu deneyimler, Yunanlar ile Filistinliler arasında sadece savaşın mağdurları olarak değil, aynı zamanda ortak bir mücadelenin öznesi olarak erken bir kültürel yakınlık oluşmasına katkıda bulundu.

Bu tarihsel hafıza, savaş sonrası on yıllarda Yunanistan’ı saran anti-kolonyal ve anti-emperyalist duygu dalgasıyla birleşti. ABD destekli askerî cuntaya (1967-1974) karşı verilen direniş, Filistin davasını uzak bir çatışma olarak değil, küresel bir tahakküm sisteminin parçası olarak gören bir siyasî bilinç şekillendirdi. 1980’lerde Yaser Arafat, Atina’da emperyalizme ve ulusal boyunduruklara karşı verilen geniş mücadelenin bir yoldaşı olarak karşılandı. Yunanistan, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıyan ve Filistin devletini açıkça destekleyen ilk Avrupa ülkelerinden biri oldu; bu da halkın duyarlılıklarının ilerici bir dış politika ile örtüştüğünü yansıtıyordu.

Ama hikâye burada bitmiyor. 2000’lerin başından itibaren ardı ardına gelen Yunan hükümetleri -ister muhafazakâr ister sosyal demokrat olsun- İsrail’le askerî, ekonomik ve siyasî ilişkileri giderek derinleştirdi. Ortak tatbikatlar, silah anlaşmaları ve özellikle Doğu Akdeniz boru hattı etrafında gelişen enerji işbirliği, Yunan devletinin bölgesel stratejisini NATO ve AB’nin jeopolitik önceliklerine göre yeniden şekillendirdiğini gösteriyor. Bu yönelim, halkın Filistin’e yönelik kalıcı desteğiyle açıkça çelişiyor ve devlet politikası ile tabandan yükselen enternasyonalizm arasında derin bir yarık ortaya çıkarıyor.

Bu açıdan bakıldığında, Yunanistan’daki Filistin dayanışma hareketinin gücü yalnızca tarihsel hafıza ya da kültürel yakınlıktan kaynaklanmıyor. Aynı zamanda dış politikanın militarizasyonuna, Doğu Akdeniz’in neoliberal yeniden düzenlenmesine ve Yunanistan’ın emperyalist ittifaklara eklemlenmesine karşı bir direniş biçimidir.

“Hareket ne tek tip ne de tek sesle konuşan bir yapı”

Dayanışma hareketi hangi sloganlar ve talepler etrafında şekilleniyor (ateşkes, ambargo, akademik-askerî işbirliklerinin sonlandırılması, limanlardan silah geçişinin engellenmesi vb.)? Hareketin başlıca özneleri kimler?

Hareketin merkez ekseni, Filistin için dayanışma ve özgürlük çağrısıdır -bu, soyut insani terimlerle değil, Filistin halkının işgale, apartheid’e ve etnik temizliğe karşı direnme hakkının tanınmasıyla ifade ediliyor. Buna Gazze’ye yönelik ablukaya derhal son verilmesi, İsrail işgalinin tüm biçimleriyle sona erdirilmesi, tüm Filistinli mülteciler için geri dönüş hakkı ve tarihsel topraklar üzerinde özgür, bağımsız bir Filistin vizyonu; ayrıca tüm sakinler için tam haklar ve adalet de dahil.

İkinci ve eşit derecede önemli bir boyut ise İsrail devletinin siyasî, ekonomik ve kültürel olarak tecrit edilmesi talebidir. İsrail yalnızca bir işgal gücü olarak değil, NATO, ABD ve Avrupa Birliği’nin güvenlik-endüstri kompleksine derinlemesine yerleşmiş bütünleyici bir unsur olarak görülüyor. Bu bağlamda Yunanistan’daki hareket, İsrail’le yapılan askerî, ekonomik, akademik ya da teknolojik tüm ikili anlaşmaların iptal edilmesini talep ediyor ve uluslararası BDS (Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) kampanyasını stratejik ve etik bir zorunluluk olarak destekliyor. Bu talepler; Yunan ve İsrail kurumları arasındaki akademik ve askerî işbirliklerinin sonlandırılmasını, İsrail savaş gemilerinin Yunan limanlarına yanaşmasının ve yakıt ikmali yapmasının engellenmesini ve Pire Limanı gibi altyapılar üzerinden silah ve askerî teçhizat transferinin durdurulmasını içeriyor.

Bu talepler, savaş ekonomisine ve Batı’nın süregiden militarizasyonuna yönelik daha geniş bir eleştiri çerçevesinde dile getiriliyor. İsrail’e verilen destek, militarizm, gözetim ve sürekli savaş mantığıyla giderek daha fazla şekillenen daha büyük bir sürecin semptomu olarak görülüyor. Bu nedenle dayanışma hareketi, Yunan ekonomisinin militarize edilmiş biçimde yeniden yapılandırılmasına, NATO’nun bölgedeki giderek genişleyen rolüne ve Avrupa genelinde askerî-endüstriyel politikaların normalleştirilmesine karşı da konumlanıyor. Kısacası Filistin’in yanında durmak, sözde demokratik Batı’nın dayattığı küresel savaş ve baskı yönelimine karşı çıkmak demektir.

Hareketin bileşimi bu karmaşıklığı yansıtıyor. Ne tek tip, homojen bir özne ne de tek bir sesle konuşan bir yapı var. Bunun yerine, siyasî kolektiflerden ve sol örgütlerden öğrenci meclislerine, kültür emekçilerinden göçmen topluluklarına ve sendikacılara uzanan geniş bir özneler topluluğu söz konusu. Özellikle liman işçileri, İsrail savaş makinesiyle bağlantılı yükleri taşımayı reddederek görünür eylemler gerçekleştirdi. Öğrenciler, İsrail kurumlarıyla akademik normalleşmeye karşı harekete geçti; sanatçılar ve entelektüeller ise kültürel direniş ile siyasî dayanışma arasında köprüler kurdu.

Belki de en önemlisi, Filistin davasıyla özdeşleşen, giderek genişleyen ve sesini daha çok yükselten bir halk tabanı var. Sokaklardaki kitlesel gösterilerden futbol stadyumlarına asılan pankartlara ve çevrimiçi viral kampanyalara kadar Filistin, çok daha geniş bir reddin -suç ortaklığına, emperyalizme ve adımıza işlenen şiddete karşı bir reddin- siyasî simgesi hâline geldi. 10 Ağustos’ta yapılan “Not In Our Name, Not In Our Land” çağrısıyla ülke genelinde 120 eylem gerçekleşti; bu, Yunanistan için eşi benzeri görülmemiş bir olaydır.

Hareket büyük ölçüde merkezsiz kalmaya devam etse de koordinasyona yönelik çabalar giderek artıyor. Öğrenci gruplarından siyasî kolektiflere, liman işçilerine ve göçmen topluluklarına kadar farklı güçler kendi alanlarından müdahale ederek gayriresmî ama etkili bir işbölümü oluşturuyor. Seferberlikler, ablukalar ve kampanyalar çoğunlukla özerk inisiyatiflerle ortaya çıkıyor, fakat ortak siyasî hedefler etrafında buluşuyorlar.

Sürdürülebilir koordinasyona yönelik en umut verici girişim, daha geniş bir siyasî alan olarak şekillenmeye başlayan “March to Gaza Greece” inisiyatifidir. Bu inisiyatif, farklı özneleri bir araya getiriyor, ülke çapında eylemler örgütlüyor ve birleşik, radikal bir Filistin yanlısı pozisyon formüle etmeye çalışıyor. Henüz oluşum aşamasında olsa da, hareketin taban dinamizmini zedelemeden daha derin bir stratejik uyumun mümkün olduğuna işaret ediyor.

“Pire emperyalist savaşların merkezi olmayacak”

Pire Limanı’nda İsrail’e gidecek gemilere mühimmat yüklenmesinin birden fazla kez engellendiğini biliyoruz. Bu tür eylemler nasıl örgütlendi?

Bu ablukalar, liman işçileri, sendikalar ve dayanışma ağlarının örgütlü ve militan müdahalelerinin sonucunda ortaya çıktı; COSCO’daki işçi sendikası ENEDEP bu süreçte merkezi bir rol oynadı. Temmuz 2025’te ENEDEP, Panama bandıralı Ever Golden adlı bir gemiyi, İsrail’e askerî nitelikte çelik taşıdığı şüphesiyle tespit etti. Yapılan denetimde yükün zaten başka bir gemiye (Cosco Shipping Pisces) aktarılmış olduğu doğrulandı. Bunun üzerine sendika, limanın 2. ve 3. terminallerinde kitlesel seferberlik çağrısı yaptı.

Yüzlerce kişi -öğrenci sendikaları, siyasî kolektifler, Pire İşçi Merkezi ve sıradan insanlar- çağrıya yanıt vererek güçlü bir fiziksel ve siyasî abluka oluşturdu. Mesajları açıktı: Pire emperyalist savaşların merkezi olmayacak ve Yunan işçi sınıfı emeğinin soykırıma ortak edilmesini reddediyor. Liman işçilerinin “Ellerimizi kana bulamayız” sloganı, eylemin ahlaki ve siyasî önemini özetledi.

Bu, tekil bir olay değildi. Yalnızca birkaç gün önce gerçekleşen başka bir müdahalenin devamıydı ve özelleştirilmiş, COSCO tarafından işletilen limanın İsrail’e silah ve askerî malzeme taşımak için kullanılmasına karşı gelişen koordineli reddin giderek büyüyen bir örüntüsünü yansıtıyordu.

İsrailli yolcu gemisi Crown Iris’in Ege adalarında (Girit, Rodos, Siros) protestolarla karşılanması ve geminin adalara yanaşamaması da önemli bir örnekti. Bu eylemler yalnızca yerel inisiyatiflerle mi gelişti, yoksa ana kara ile adalar arasında örgütlü ya da en azından koordineli bir mücadele söz konusu mu?

Ege’deki birçok limanda direnişle karşılaşan İsrail yolcu gemisi Crown Iris’e karşı düzenlenen protestolar yerel seferberliklerden doğmuştu, ancak izole olaylar olmaktan çok uzaktı. Örneğin, Siros’ta sakinler 22 Temmuz’da geminin gelişine karşı bir seferberlik çağrısı yaptı ve Filistin’de bir soykırım sürerken İsrail turizminin normalleştirilmesini kınadı. Açıklamaları açıktı: “Siros sakinleri olarak, ama her şeyden önce insan olarak, bu soykırımcı savaşın yol açtığı yıkımı durdurmak için yerel düzeyde harekete geçiyoruz.” Bu protesto yalnızca Filistin’le dayanışma olarak değil, aynı zamanda Yunanistan’ın kendi siyasî sorumluluğunu hatırlatma biçimi olarak da görülüyordu; sakinler, iktidardaki Yeni Demokrasi hükümetinin doğrudan ve dolaylı suç ortaklığını kınadılar.

Siyasî açıdan anlamlı olan, bu seferberliklerin geminin rotasına gerçek zamanlı yanıt vererek birden fazla ada ve liman arasında koordine edilmiş olmasıydı. Resmî bir ulusal yapı tarafından yönlendirilmeseler de, ortak bir siyasî yönelim, hızlı bilgi paylaşımı ve ortak sloganlar etkili ve merkezsiz bir ablukayı mümkün kıldı. Her ada -Siros, Rodos, Girit- özerk biçimde hareket etti, ancak birbirinin farkındaydı; bu da Crown Iris’in rotasını değiştirmesine veya bazı duraklarını iptal etmesine yol açan hareketli bir direniş cephesi yarattı.

Ayrıca protestolar yalnızca gemiye karşı değildi; turizm yoluyla apartheid’i normalleştirme girişimine karşı da yapılmıştı -bu sırada on binlerce Filistinli, aralarında en az 18.000 çocuk olmak üzere hayatını kaybetmişti. Siros sakinleri, liman yetkililerinin kruvaziyerin gelişini kolaylaştırmak için getirdiği kısıtlamalara karşı çıktı; yerel halkın serbest dolaşımını talep etti ve muhalefetin susturulmasını kınadı.

Hükümet, İsrail’le stratejik ortaklık ihtiyacına dair görüşleriyle uyumlu biçimde bu eylemleri antisemitik ve ırkçı olarak nitelendirdi. Bu nedenle seferberlikleri karalamayı ve bastırmayı tercih ettiler. Rodos’ta baskı daha da görünür hâle geldi; polis, kruvaziyer gemisinin gelişini güvence altına almak için eylemcilere fiziksel saldırıda bulundu. Aynı zamanda İsrailli yolcular da eylemcilere yönelik sözlü tacizden fiziksel saldırıya kadar varan şiddetli ve ırkçı davranışlar sergiledi. Örneğin, Rodos’ta “Siyonistler hoş karşılanmaz” yazılı bir tabela asan bir dükkân sahibi saldırıya uğradı.

“Aşırı sağ, Filistin dayanışmasını tehdit olarak sunuyor”

Yunanistan’ın İsrail’le askerî-stratejik yakınlaşması (hava savunma projeleri, Doğu Akdeniz enerji denklemi, Yunanistan-Kıbrıs-İsrail üçlü eksenleri) tabandaki Filistin dayanışmasını nasıl etkiliyor? Bu durum milliyetçi karşı-refleksler doğuruyor mu?

Yunanistan’ın İsrail ile derinleşen askerî, ekonomik ve jeostratejik uyumu, Filistin dayanışma hareketine doğrudan bir meydan okuma teşkil ediyor; fakat aynı zamanda bu hareketin önemini de keskinleştiriyor. Ortak hava savunma programlarından silah anlaşmalarına, Doğu Akdeniz’deki enerji işbirliğine kadar Yunanistan-Kıbrıs-İsrail ekseni artık NATO’nun bölgesel stratejisinin temel taşlarından biri haline gelmiş durumda.

Bu uyum iki yönlü bir etki yaratıyor. Bir yandan, tarihsel hafızaya ve “ezilen halklarla dayanışma” söylemine atıfta bulunan Yunan devletinin aynı zamanda bir apartheid rejimine silah sağlaması, derin bir çelişkiyi açığa çıkarıyor. Bu çelişki halkın öfkesini körüklüyor ve özellikle de Filistin’i bir istisna değil, daha geniş emperyalist mantıkların belirtisi olarak gören öğrenciler, işçiler ve enternasyonal hareketler arasında taban direnişinin meşruiyetini güçlendiriyor.

Diğer yandan, “ortak güvenlik çıkarları” ve “enerji egemenliği” gibi devlet söylemleri milliyetçi ve militarist karşı tepkileri besliyor. Yunan aşırı sağının kimi kesimleriyle ana akımın bazı bölümleri, İsrail’i “ortak düşmanlara” -özellikle Türkiye’ye- karşı stratejik bir müttefik olarak tanımlıyor ve Filistin dayanışmasını ulusal çıkarlara tehdit olarak sunuyor. Bu yaklaşım, Yunan devletinin bölgesel rolünü meşrulaştırmak için bizzat teşvik ettiği anti-Türk milliyetçiliği, İslamofobi ve militarizmin zehirli bir karışımını besliyor.

Ancak bu milliyetçi söylem sorgulanmadan egemen olmuyor. Taban dayanışması giderek daha fazla Filistin’in yanında konumlanırken hem İsrail apartheid’ine hem de Yunan milliyetçiliğine karşı çıkıyor. Eylemciler, üçlü ekseni; fosil yakıt çıkarımı, gözetim teknolojileri ve sınırların militarizasyonuyla iç içe geçmiş militarize edilmiş birikim rejiminin parçası olarak nitelendiriyor ve kınıyorlar.

Bu anlamda, Yunanistan’daki Filistin dayanışması bugün yalnızca ahlaki destek sunmakla kalmıyor; aynı zamanda Yunan devletinin kendi içinde kök salmış savaş ve ırkçılık altyapılarına karşı da mücadele ediyor.

Siyasî partiler ve sendika konfederasyonlarının dayanışma hareketindeki rolü parçalanma, çelişkiler ve düzensiz bağlılıklarla şekilleniyor. Bir zamanlar Yunan solunun baskın gücü olan SYRIZA (Radikal Sol Koalisyon), bugün siyasî olarak marjinal durumda -anketlerde yüzde 5’in altında seyrediyor- ve iktidardayken İsrail ile stratejik yakınlaşmayı başlatmış olmanın tarihsel sorumluluğunu taşıyor. Devlet yönetimine odaklanan liberal bir partiye dönüşmesi, onu taban enternasyonalist mücadelelerden büyük ölçüde kopardı.

MeRA25 (Avrupa Gerçekçi İtaatsizlik Cephesi) ise Filistin konusunda daha net siyasî pozisyonlara sahip; İsrail’in savaş suçlarını ve Yunanistan’ın işbirliğini düzenli olarak kınıyor. Ambargo ve yaptırım çağrılarını da kapsayan önemli girişim ve seferberlikleri destekledi. Ancak sınırlı örgütsel kapasite ve militan altyapı eksikliği, sahada belirleyici bir rol üstlenmesini engelliyor.

Parlamento dışı sol, siyasî netlik ve militan bağlılık açısından zengin olsa da bölünmüş ve parçalı; çoğu zaman kendi ideolojik sınırlarına sıkışıyor. Birçok grup koordineli eylem yerine siyasî özerkliğe öncelik veriyor. Bu durum, paralel seferberliklere, üst üste binen kampanyalara ve birleşik etki için kaçırılan fırsatlara yol açıyor. Sendika konfederasyonları da benzer biçimde ya enternasyonalist mücadelelere mesafeli duruyor ya da kendi iç bölünmelerini yeniden üretiyor.

KKE (Yunanistan Komünist Partisi), soldaki en örgütlü güçlerden biri olarak önemli ama çelişkili bir rol oynuyor. Hareketlere aktif biçimde katılıyor ve emperyalist suç ortaklığını gündeme taşıyor, fakat bunu çoğu zaman ayrışma ve tekrarlama pratikleriyle yapıyor. Geçen yılki Motor Oil protestoları bunun çarpıcı bir örneği: Şirketin ABD savaş gemilerine yakıt vermesine karşı ortak bir eyleme katılmak yerine, KKE aynı taleplerle aynı yerde sadece birkaç saat arayla ayrı bir protesto düzenledi. Böylesi sekter refleksler, özellikle birlik acil ihtiyaçken, hareketi zayıflatıyor.

Bu tablo yalnızca KKE’ye özgü değil; Yunan solunun birleşik bir cephe kuramaması, gerçek baskı yaratacak birliğin -kitlesel seferberlik, siyasî kampanya veyahut koordineli sivil itaatsizlik yoluyla- inşa edilememesini ifade ediyor. İspanya veya İrlanda gibi ülkelerde farklı güçler siyasî özerkliklerini koruyarak birlikte hareket edebilirken, Yunanistan’da manzara hâlâ derinlemesine parçalanmış durumda.

Ancak sembolik dayanışmadan İsrail ve Yunan devleti üzerinde somut baskıya geçmek için yalnızca daha fazla gösteri değil, daha fazla yakınlaşma gerekli. Yunanistan’da Filistin için birleşik bir cephe -soyut uzlaşılardan değil, eylemden beslenen- hem mümkün hem de zorunlu. Filistin ulusal hareketi kuşatma ve iç savaş koşullarında dahi birlik biçimleri yaratabildiyse, Yunan solunun görece istikrarlı koşullarda bunu başaramaması siyasî bir eksikliktir ve aşılması gereken bir sorundur.

“Miçotakis, Netanyahu’nun en sadık destekçilerinden biri”

Yunanistan başbakanı Kiriakos Miçotakis Filistin devletini “doğru zamanda” tanıyacaklarını kısa süre önce açıkladı. Sizce Miçotakis “doğru zaman” derken neyi kastediyor?

Başbakan Miçotakis “doğru zaman” diyerek aslında stratejik temkin adı altında belirsiz bir ertelemeye işaret ediyor. Bu, Yunan dış politikasının aleni ikiyüzlülüğünü ve sinik karakterini açığa çıkaran siyasî bir kaçıştır.

Hatırlatalım: Yunan Parlamentosu Eylül 2015’te -yani bundan on yıl önce- Filistin Devleti’ni tanımayı oybirliğiyle kabul etmişti. Bu karar hiçbir hükümet tarafından uygulanmadı; ne İsrail’le stratejik bağları derinleştiren SYRIZA döneminde, ne de mevcut Yeni Demokrasi yönetiminde. Üstelik bugünkü hükümet bu uyumu en uç noktaya taşımış durumda.

Miçotakis artık Avrupa’da Netanyahu’nun en sadık destekçilerinden biri hâline geldi; bu konuda yalnızca bazı Alman yetkililerle yarışır durumda. En son 17 Eylül 2025’te verdiği röportajda Gazze’de yaşananları “soykırım” olarak adlandırmaktan kaçındı, bunun yerine bir “insanî felaket” dedi ve İsrail’i “hayal edilemez bir şiddet eylemine yanıt veren bir demokrasi” olarak tanımladı. Bu söylem, İsrail devletinin propaganda argümanlarını yeniden üretirken, uluslararası hukukun bulgularını da reddediyor. Oysa BM İnsan Hakları Konseyi’nin bağımsız soruşturması, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan beş kriterin dördünü karşıladığını çoktan teyit etmiş durumda. Bunu “öznel bir görüş” diye küçümsemek, uluslararası hukukun meşruiyetini zedelemekten başka bir şey değildir.

Miçotakis’in “doğru zaman” ile kastettiği şey, aslında siyasî maliyetin ortadan kalktığı ya da bu adımın İsrail veya ABD ile ilişkileri bozmadan Yunanistan’ın jeopolitik çıkarlarına hizmet edebileceği zamandır. Bu arada hükümeti, AB yaptırımlarını desteklemek ya da İsrail ile ticaret anlaşmalarını askıya almak gibi en hafif sorumluluk adımlarını dahi reddediyor. Hatta AB-İsrail Ortaklık Anlaşması’nın kısmi bir askıya alınmasının “Avrupa’nın ve ülkemizin çıkarlarına hizmet edip etmeyeceğini” sorguladı. Gerçekte Miçotakis, bu meselede Ursula von der Leyen’den bile daha sağda bir pozisyon alıyor ki bu, yalnızca solcuları değil, en temel uluslararası etik değerlere inanan herkesi kaygılandırmalı.

Ama eylemsiz tanıma dayanışma değildir. Bu, bir apartheid devletine silah sağlamaya, askerî eğitim vermeye ve o devletle ticaret yapmaya devam ederken iç ve dış baskıları yatıştırmak için kullanılan boş bir semboldür. Önemli olan tek tanıma, bedeli olan siyasî baskıdır: silah ambargosu, ekonomik yaptırımlar, askerî işbirliğinin iptali ve Yunanistan-Kıbrıs-İsrail stratejik eksenine açık bir son verilmesi. Bunlar olmadan “tanıma”, diplomatik bir gösteriden ibarettir.

Son kertede “doğru zaman”, Parlamento’nun tanıma kararını aldığı on yıl önceydi. Ardışık hükümetlerin -hem sosyal demokrat hem de muhafazakâr- bu kararı uygulamayı reddetmiş olması, Yunanistan’ın dış politikasının demokratik iradeler veya hukuki yükümlülüklerle değil, NATO’ya bağımlılık ve Batı emperyalizmiyle suç ortaklığı tarafından şekillendiğini gösteriyor.

Bugün asıl soru Yunanistan’ın Filistin’i ne zaman tanıyacağı değil; soykırımcı bir rejimi “pragmatizm” ve “milli çıkar” söylemleriyle daha ne kadar koruyacağıdır. Çünkü bir halk yok edilirken, harekete geçmek için tek ahlaki ve siyasî olarak tutarlı zaman, tam da şimdidir.

“Filoya çevrilen her bakış, bir koruma kalkanı”

Bu eylemler süresince uluslararası temaslar ya da ortak kampanyalar kuruluyor mu? Örneğin Sumud Filosu’na Yunanistan’dan katılım oldu mu, olması bekleniyor mu?

Evet, bu son aylardaki en umut verici ve siyasî açıdan en anlamlı gelişmelerden biri. Yunanistan’daki dayanışma hareketi giderek uluslararası eylem ağlarına daha fazla entegre oluyor; bunun en güçlü örneği ise Gazze kuşatmasını kırmak için şimdiye kadar denenmiş en büyük koordineli deniz konvoyu olan Küresel Sumud Filo’suna aktif katılım.

Benim de üyesi olduğum “March to Gaza Greece” girişimi, Yunan toplumunda derin bir damar yakalayarak Yunan solunun ve halk hafızasının köklü anti-kolonyal enternasyonalizm geleneğini yeniden canlandırdı. Sembolik ve gerçek anlamda Kahire’den Gazze’ye doğru yürüyüşle başlayan kampanyamız, Sumud Konvoyu ve Özgürlük Filosu Koalisyonu ile güçleri birleştirerek ortak bir sözün temellerini attı: Abluka altındaki Gazze’ye yalnızca yardım değil, aynı zamanda açık bir siyasî taleple -soykırıma son verin, ablukayı kaldırın, Filistin direnişini destekleyin- yelken açmak.

Ulusal kampanyamız sürüyor; altı gemi şimdiden sefere hazırlanıyor. Bunlardan biri, Oxygono (Oksijen), Filistin bayrağı altında yelken açacak ve yalnızca lojistikten fazlasını temsil ediyor. Bu gemi, binlerin nefesini taşıyor: Tempi tren faciasının ardından meydanları dolduran işçileri, öğrencileri ve aileleri; 10 Ağustos’ta Gazze ile dayanışma için sokağa çıkanları ve Filistin’in yalnızca Filistin olmadığını, adalet, hafıza ve hayatta kalma meselesi olduğunu gören herkesi.

Yunan ekibi Siros’tan yola çıktı. İsrail’in soykırımcı rejimiyle açıkça hizalanan Yunan devletinin engeller çıkaracağını biliyoruz. İsrail güçlerinin önceki filo girişimlerine baskınlar düzenleyip gemileri sabote ettiği gibi saldırılarla karşılaşabileceğimizi de biliyoruz. Ama gücümüz kitlesel görünürlükten, alttan gelen dayanışmadan ve insanların gözünü filodan ayırmamasından geliyor. Filoya çevrilen her bakış, bir koruma kalkanıdır; Gazze için yükselen her ses, kolektif bir kalkanın parçasıdır.

Bu yalnızca insani yardım değil. Bu gemiler sadece tıbbî malzeme taşımıyor; Akdeniz halklarının ve dünyanın halklarının dayanışmasını taşıyorlar. Apartheid’e son verilmesi talebini ve Filistin halkının direnişinin eninde sonunda zafere ulaşacağı umudunu taşıyorlar.

Biz Küresel Sumud Filo’sunu uluslararası mücadelenin ön cephesi olarak görüyoruz. Ve Yunanistan -devleti suç ortaklığında bulunsa da- bu cephenin bir parçasıdır; çünkü halkı sessiz kalmayı reddediyor.

Önümüzdeki dönemde hareketin stratejik öncelikleri neler olacak? Üniversite-sanayi/askerî işbirliklerinin sonlandırılması, liman ve lojistik hattında kalıcı gözetim, yerel yönetimler ve turizm politikalarına baskı, tüketim boykotları… Sizce en gerçekçi kazanım hangisi olabilir?

Stratejik önceliklerimiz Filistin direnişinin yönelttiği hattı izliyor. Bu da İsrail ile askerî-endüstriyel işbirliklerinin sonlandırılmasına, limanlar üzerinden silah sevkiyatlarının bloke edilmesine, yerel yönetimlerin apartheid kurumlarıyla bağlarını kesmesi için baskı kurulmasına ve boykot kampanyaları için kitlesel destek inşa edilmesine odaklanmak anlamına geliyor.

Şu an için en gerçekçi hedef, suç ortaklığını görünür kılarak bunun siyasî maliyetini artırmak ve her normalleşme girişimini bir çatışma alanına dönüştürmektir.

KY: (DS/VC)

Önceki İçerikSiyonist İsrail Gazze’de katliamını sürdürüyor
Sonraki İçerikFilistin Eylem Komitesi: “İşgale Karşı Halkların Sesi Olmaya!”