ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi (2025) ve Emperyalist Yeniden Konumlanma
Aralık 2025’te yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi, ABD emperyalizminin küresel hegemonya krizine verdiği yanıtı kapsamlı biçimde ortaya koymaktadır. Belge, geleneksel liberal hegemonya söyleminden belirgin bir kopuş sergileyerek ideolojik çerçeveleri ikincilleştirmektedir. İnsan hakları, demokrasi ve kurallara dayalı düzen söylemleri, artık stratejinin merkezi motivasyonu olmaktan çıkmış, güç ilişkileri ve bölgesel nüfuz alanlarının tanınması ön plana çıkmıştır. Bu yönelim, ABD’nin küresel sistemdeki belirleyici rolünü sürdürmek için ideolojiden ziyade stratejik çıkarları öne koyduğunu göstermektedir.
Monroe Doktrini’nin Yeniden Canlandırılması
ABD, Batı Yarımküre’yi kendi tartışmasız etki alanı olarak görmeye devam etmektedir. Çin’in Latin Amerika’daki altyapı yatırımları ve ekonomik nüfuzunun artması, ABD açısından doğrudan bir meydan okuma olarak algılanmaktadır. Özellikle Venezuela’ya uygulanan yaptırımlar ve abluka politikaları, ABD’nin bölgedeki hegemonik üstünlüğünü koruma çabasının somut örnekleridir. Bu politika, liberal normlar üzerinden meşrulaştırılmak yerine, güç kullanımına ve nüfuz alanı yönetimine dayalı bir yaklaşımı temsil etmektedir. ABD’nin Latin Amerika’daki bu yaklaşımı, klasik Monroe Doktrini ile uyumlu olup, bölgeyi kendi stratejik güvenlik çerçevesine bağlamayı amaçlamaktadır.
Seçici Angajman ve Bölgesel Güçlere Alan Tanıma
Avrupa, Ortadoğu ve Afrika özelinde ABD, liberal hegemonya söyleminden uzaklaşmakta; seçici angajman stratejisi benimsemekte, bölgesel güçlere alan tanımakta ve çıkar temelli ilişkiler kurmaktadır. Bu yaklaşım, ABD’nin küresel askeri yükünü hafifletirken, stratejik bölgelerdeki etkinliğini sürdürme çabasıdır. Hegemonya krizine bağlı olarak ABD’nin yeniden konumlanması, doğrudan müdahalelerden çok dolaylı kontrol ve müttefiklerin kapasite kullanımına dayanır. Bu strateji, ABD’nin gerileyen ekonomik ve askeri üstünlüğünü dengelemeye dönük pragmatik bir politika olarak okunabilir.
Asya-Pasifik ve Tayvan Ekseni
Asya-Pasifik, küresel kapitalist sistemin yapısal krizinin ve buna bağlı hegemonya mücadelesinin en yoğun biçimde dışavurduğu bölgedir. Buradaki çatışmalar, klasik bölgesel güvenlik sorunlarının ötesine geçmekte, küresel emperyalist rekabetin merkezi bir sahnesi hâline gelmektedir.
Japonya–Çin–ABD Gerilimi
Tayvan ekseninde derinleşen gerilim, yalnızca bölgesel bir mesele değil; aynı zamanda ABD ve Çin arasındaki küresel hegemonya mücadelesinin bir yansımasıdır. Japonya Başbakanı Sanae Takaichi’nin, Çin’in Tayvan’a olası müdahalesini “Japonya için varoluşsal bir tehdit” olarak nitelemesi, Tokyo’nun uzun yıllar boyunca sürdürdüğü düşük profilli diplomatik çizgiden uzaklaştığını göstermektedir. Japonya artık bölgesel güç mücadelesinde daha sert ve açık bir pozisyon benimsemektedir.
Çin’in diplomatik protestoları, ekonomik misilleme tehditleri ve hava kuvvetleri arasında yaşanan tehlikeli temaslar, Tayvan meselesinin yalnızca Pekin ile Taipei arasındaki bir egemenlik ihtilafı olmadığını; ABD hegemonyası, Japon militarizmi ve Çin kapitalizminin yükselişi arasındaki çok boyutlu bir çatışma alanı hâline geldiğini göstermektedir. Bu gerilim, bölge ülkelerinin askeri harcamalarını artırmasına ve stratejik ittifaklarını gözden geçirmesine yol açmıştır.
Japonya’nın Pasifizmi ve Emperyalist Süreklilik
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD himayesinde yeniden yapılandırılan Japonya, Anayasa’nın 9. maddesi ile savaş ilanını ve saldırı amaçlı askerî kapasiteyi yasaklayan bir “pasifist devlet” modeliyle tanımlanmıştır. Bu çerçeve, Japonya’nın uzun yıllar boyunca kendisini “barışçıl güç” olarak sunmasının ideolojik ve hukuksal temelini oluşturmuştur (Hook et al., 2012).
Pasifizmin Gerçek Rolü
Marksist bir perspektife göre, Japonya’nın pasifizmi emperyalist sistemin dışında kaldığı anlamına gelmez. Japonya, Soğuk Savaş boyunca ABD emperyalizminin Asya-Pasifik’teki askeri ve ekonomik çıkarlarının tamamlayıcı unsuru olmuştur. Askerî yükün büyük kısmı ABD tarafından üstlenilirken, Japon sermayesi bölgesel ve küresel birikim süreçlerini derinleştirmiştir (Arrighi, 1994). Günümüzdeki militarist dönüşüm, Japonya’nın pasifist çizgisinden ani bir sapma değil; emperyalist sistem içindeki rolünün daha doğrudan ve görünür biçimde yeniden tanımlanmasıdır. Japonya’nın bölgesel ekonomik ve stratejik çıkarlarını güvence altına alma amacı, bu militarist dönüşümün temel motivasyonlarından biridir.
Militarist “Normalleşme” ve ABD Hegemonyasının Göreli Gerileyişi
Son yıllarda Japonya, savunma bütçesini GSYH’nin %2’sine çıkarma kararı almış, “karşı saldırı kapasitesi”ni resmî güvenlik doktrinine dahil etmiş ve NATO ile ilişkileri kurumsallaştırmıştır. Bu adımlar, ülkenin hızlanan bir militarist “normalleşme” sürecine girdiğini göstermektedir.
Hegemonya Krizi ve İkincil Güçlerin Rolü
Japonya’nın bu militarist dönüşümü, Çin kaynaklı güvenlik tehditleri ile gerekçelendirildiği hâlde, esas olarak küresel hegemonya krizinin yapısal bir sonucudur. Marksist perspektife göre, ABD hegemonyasının göreli gerilemesi, ikincil güçleri daha fazla askerî ve siyasal sorumluluk üstlenmeye zorlamaktadır (Harvey, 2003). Japon burjuvazisi, hem ABD öncülüğündeki blok içindeki konumunu pekiştirmeyi hem de uzun vadede özerk askerî kapasite geliştirerek manevra alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu ikili strateji, Japonya’nın savunma politikalarını yalnızca güvenlik temelli değil, aynı zamanda ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını korumaya yönelik saldırgan bir çerçeveye taşımaktadır.
“Ada Zinciri” Doktrini ve Tayvan’ın Stratejik Rolü
Tayvan, Japonya için yalnızca sembolik bir egemenlik sorunu değil; küresel güç dengelerini etkileyen stratejik bir düğüm noktasıdır. Japonya’nın güneybatı adaları ile Tayvan arasındaki coğrafi yakınlık, Tayvan üzerindeki herhangi bir hegemonik kontrolün Japonya’nın deniz ticaret yollarını, enerji arzını ve askerî konuşlanmasını doğrudan etkilemesi anlamına gelir.
ABD ve müttefikleri tarafından geliştirilen “ilk ada zinciri” doktrini, Çin’in Pasifik’e erişimini sınırlamayı amaçlayan klasik çevreleme stratejisinin güncellenmiş biçimidir (Mearsheimer, 2014). Japonya’nın Tayvan konusundaki sertleşen söylemi, bu doktrinin Tokyo tarafından içselleştirildiğini ve ülkenin ABD merkezli askeri mimarinin aktif bir bileşeni hâline geldiğini göstermektedir. Bu durum, Japonya’nın stratejik güvenliğini sadece savunma düzeyinde değil, küresel güç dengeleri bağlamında da ele aldığını göstermektedir.
Çin’in Tepkisi ve Emperyalist Rekabetin Militarizasyonu
Çin’in Japonya’nın açıklamalarına verdiği sert tepki, yalnızca dış politikaya dönük bir refleks değil; aynı zamanda iç politikada milliyetçi mobilizasyonu güçlendirmeye yönelik ideolojik bir araçtır (Callahan, 2010). Tayvan, Çin açısından ABD’nin askeri kuşatma stratejisinin merkezi bir unsuru olarak görülmektedir. Japonya’nın Tayvan meselesinde daha sert bir pozisyon alması, Pekin tarafından kuşatmanın derinleşmesi ve doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaktadır.
Bölgesel ve Küresel Sonuçlar
Japonya–Çin rekabeti, Tayvan üzerinden yürüyen dar anlamda bir bölgesel güvenlik sorunu değildir; küresel kapitalist sistemin hegemonya krizinin Asya-Pasifik’teki somut tezahürüdür. Japonya’nın militarist yeniden yapılanması, Çin’in güç projeksiyonunu artırması ve ABD’nin zayıflayan hegemonyasını seçici ama sert araçlarla tahkim etmesi, bölgeyi kalıcı bir çatışma hattına dönüştürmektedir.
Marksist perspektife göre, bu süreçten kazananlar bölge halkları değil; savaş ekonomisi, silahlanma yarışları ve jeopolitik gerilimden beslenen sermaye fraksiyonlarıdır. Bu nedenle gerçek alternatif, emperyalist bloklar arasında taraf olmak değil; militarizmi reddeden, savaş politikalarına karşı çıkan ve enternasyonal işçi sınıfı dayanışmasını temel alan bağımsız bir siyasal hattın inşa edilmesidir.
Eren Aydın






