15 Temmuz, halk iradesinin değil, sermaye devletinin klikler arası çatışmasının bir dışavurumuydu. Bu karşı-devrimci gösteride Erdoğan, düzen içi darbeyi kendi lehine çevirerek iktidarını tahkim etti; rejimini kurumsallaştırmanın zemini olarak kullandı. Erdoğan, 7 Haziran 2015’te AKP’nin meclis çoğunluğunu kaybetmesiyle başlayan hegemonya krizini, 15 Temmuz darbesini manipüle ederek aştı. MHP ile kurduğu faşist blok, bu rejimin omurgasını oluşturdu.
AKP, kendi sınıfsal niteliğine uygun şekilde cemaati yıllarca devletin içine yerleştirdi, kadro eksikliğini onunla kapattı. Ancak devlet aygıtı, doğası gereği farklı sermaye kliklerinin çatışma alanıdır. 15 Temmuz, bu çatışmanın kanla yazılmış perdesidir. MİT kriziyle başlayan, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarıyla derinleşen savaş, 15 Temmuz’da sokağa taştı. Erdoğan, bu savaşı bastırmakla kalmadı; karşı-devrimci restorasyonun kaldıraç noktası haline getirdi.
7 Ağustos 2016’da Yenikapı’da yapılan miting, yalnızca “birlik ve beraberlik” sahnesi değil, yeni rejimin ilk resmi ayinidir. O günden bu yana inşa edilen “Cumhur İttifakı”, faşist diktatörlüğün kurumsal biçimidir.
2017’de referandumla dayatılan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, yalnızca rejim değişikliği değil, sınıfsal tahakkümün yeniden örgütlenmesidir. Gizli oy yerine açık oyla kabul ettirilen bu sistem, burjuva hukukunun bile rafa kaldırıldığını gösterdi. Faşist anayasayı OHAL koşullarında geçiren iktidar, hukuksuzluğun adını “yeni sistem” koydu.
15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL, Erdoğan’ın ağzından “Allah’ın lütfu” olarak tanımlandı. Aslında bu, sermaye sınıfı için bir lütuftu: Grev yasakları, sendikal baskılar, muhalefetin ezilmesi, toplumsal muhalefetin tasfiyesi, hepsi OHAL kılıfıyla uygulandı. Halkın oyları mühürsüz pusulalarla gasbedildi. Faşist rejim, seçim mühendisliğiyle “meşruiyet” üretme çabasındaydı.
Bahçeli’nin “erken seçim” çıkışıyla girilen 24 Haziran 2018 seçimleriyle tek adam rejimi resmen yürürlüğe girdi. Kararnameyle yönetilen, Meclis’in işlevsizleştirildiği, yargının emir eri haline getirildiği bir düzen kuruldu. Burjuva devlet, yürütmeyi kişiselleştirdi; sınıf tahakkümünü merkezileştirdi.
Bugün, 15 Temmuz’la inşa edilen bu rejim kendi krizini üretmektedir. Ekonomik çöküş, işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı halkın yaşamını çürütürken, iktidar krizini örtbas etmek için emperyalist merkezlerle daha sıkı bağlar kurmaktadır. Özellikle ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarıyla uyumlu hareket eden Saray Rejimi, kendini emperyalist senaryolara entegre ederek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Filistin halkının direnişine rağmen İsrail ile normalleşme, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme planlarına lojistik destek sunma, Suriye’de işgalci varlığını kalıcılaştırma çabası bunun göstergeleridir. Kürt hareketiyle başlatılmak istenen “yeni çözüm süreci” ise halklar arası barışa değil, rejimin ömrünü uzatmaya dönük bir manevradır.
Bu tablo içinde rejim, yeni “iç düşman” ihtiyacını CHP üzerinden karşılamakta; sistem içi muhalefeti dahi bastırmaya yönelmektedir. Faşizm, krizi büyüdükçe yalnızca devrimcileri değil, kendi içindeki reformistleri de hedefe koyar. CHP’nin kriminalize edilmesi bunun güncel örneğidir.
Rejimin kitle tabanını tahkim etme çabası yalnızca yasalarla değil, zorunlu törenlerle yürütülüyor. 15 Temmuz, artık bir hatırlama değil; zorunlu bir biat ritüelidir. Tüm kamu kurumları, bu rejimin propagandasına aracı haline getirildi. Mersin İl Sağlık Müdürlüğü’nün çalışanlardan törene katılım ve yanlarında 10 sivil getirmelerini istemesi, zorla kalabalık yaratma çabasının açık ifadesidir.
Bu, rejimin halk desteğinden yoksun olduğunun ve iktidarını korku ve baskıyla sürdürmek zorunda kaldığının itirafıdır. 15 Temmuz anmaları, rejimin çöküşünü durduramayan panik seferberliğidir.
Bugün Türkiye’de sistem çökmektedir. İç klik çatışmaları, emperyalist bağımlılık, ekonomik kriz ve toplumsal patlama potansiyeli iç içe geçmiştir.
Bu çözülüş süreci devrimci olanakları ve müdahaleyi daha elzem kılmaktadır. İşçi sınıfı, ezilen uluslar, kadınlar, gençler; birleşik devrimci mücadelede saf tutmalıdır. Bu rejimin krizi, devrimci olanaklara kapı aralamaktadır. Emperyalist planlara, işbirlikçi iktidara ve uzlaşmacı reformist çizgilere karşı tek çıkış yolu devrimdir!