Suriye’nin kuzeyinde, Rojava’da yaşanan gelişmeler yalnızca sahadaki güç dengelerini değil, Türkiye’deki siyasi aktörler ile Kürt hareketinin stratejik tercihlerini de keskin biçimde ortaya koymaktadır. Recep Tayyip Erdoğan, SDG’ye karşı tehditler savunarak örgütün “derhal kendisini feshetmesi” gerektiğini ileri sürmüş, “Kılıç kınından çıkarsa kaleme ve kelama yer kalmaz” sözleriyle Türkiye’nin Kürt hareketine yaklaşımının militarist karakterini açıkça ortaya koymuştur.
Sürecin başından itibaren bolca övgüler alan ırkçı-faşist MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, PYD’nin silah bırakmaması hâlinde HTŞ ile birlikte askeri müdahaleye hazır olduklarını açıklaması, milliyetçi ve devletçi bakış açısının Kürt halkina yönelik tehditkâr sürekliliğini göstermektedir. Oysa bugüne kadar Türkiye, Suriye’de desteklediği ve organize ettiği paramiliter yapılar aracılığıyla Kürtlere karşı sayısız saldırı ve katliama imza atmadı mı? Türkiye’nin Suriye’deki çıkarları ile Kürt halkının özerklik, statü talepleri arasındaki bu çelişki, bölgedeki çatışmayı derinleştirmekte; devletin istediği şey, Kürt direnişinin her alanda teslimiyetidir.
Kürt hareketi içinde öne çıkan kimi yaklaşımlar, özellikle Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm ve komünal toplum üzerine geliştirdiği tezler, toplumsal ve bilimsel gerçeklik karşısında ciddi sorunlar barındırmaktadır. Öcalan, devletin halklar için “zehir” olduğunu ileri sürmekte, ulus-devlet ya da özerklik taleplerinden vazgeçilmesini savunmaktadır. Ancak ortaya koyduğu “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” modeli güncel gerçekliklerle uyumsuz, çoğu zaman soyut ve içi boş bir çerçeve sunmaktadır. Yerel meclisler gibi öneriler, Türkiye ve bölge devletlerinin baskıları karşısında pratiğe dönüşmekten uzaktır; halkların kendi kaderini tayin hakkını güvence altına alacak somut mekanizmalar üretmemektedir. Kapitalist ilişkileri, emperyalist hegemonyayı ve sınıf çelişkilerini yok sayması, bu tezleri toplumsal gerçeklikten kopuk hâle getirmektedir.
Öcalan’ın “entegrasyon” söylemi, toplumu “demokratik cumhuriyete” (biz buna fasist sistem ya da fasist cumhuriyet diyoruz) eklemlenmeyi bir çözüm olarak sunmaktadır. Mayıs ayındaki görüşmesinde de benzer biçimde, Kürt güçlerinin Suriye’de devletin askeri ve idari mekanizmalarına katılımını, bunun “asimilasyon değil entegrasyon” olduğunu dile getirmiştir. Ancak bu yaklaşım, bölgede kan döken ve halklara büyük acılar yaşatan güçlere karşı ağır bedeller ödeyen Kürtleri, şimdi o güçlerle bütünleşmeye zorlamaktadır. Yumuşatılmış bir dille sunulsa da bu yaklaşım özünde teslimiyet anlamına gelmektedir.
Öcalan’ın bu yaklaşımına rağmen Pervin Buldan’ın, “Abdullah Öcalan bana dedi ki Rojava benim kırmızı çizgimdir” açıklaması, Öcalan’ın kendi ifadeleriyle çelişmektedir. Ya da günün ihtiyacı çerçevesinde 2013 dediğini bugün kendince güncelleştirmektedir. Bu durum, Kürt siyaseti içinde farklı dönemlerde yapılan çıkışların nasıl yorumlandığını ve manipüle edildiğini; direnişin sisteme entegre edilmesi yönündeki eğilimi ortaya koymaktadır.
Öcalan’ın, inkârcı ve asimilasyoncu sistemin ağır baskılarını görmezden gelerek “Türk devleti ile demokratik uzlaşma” arayışını sürdürmesi, Kürt ulusunun tarihsel mücadele deneyimine sırt çevirmek anlamına gelmektedir. Rojava’ya yönelik tehditler bir kez daha göstermektedir ki, Türk egemen sınıfları hiçbir dönemde Kürtlere yönelik inkârcı ve katliamcı politikalarından vazgeçmemiştir. Bugün de Kürt ulusu, en temel ulusal hakları gasp edilmiş, ağır bir devlet terörü altında yaşamaktadır. Öcalan’ın çağrısı, bağımsızlık, özerklik ve hatta kültürel özerklik taleplerinden tamamen vazgeçilmesini istemekte, asimilasyonu ve Türk devletiyle “kendinden feragat ederek” uzlaşmayı meşrulaştırmaktadır. Oysa ulusal kurtuluş mücadeleleri tarih boyunca emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilen devrimci mücadeleler olmuştur; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ise vazgeçilmez bir ilkedir.
Bugün, Türk devletinin savaş tehditleri ve söylemleri ile bazı Kürt siyasi aktörlerinin uzlaşmacı yaklaşımları arasındaki çelişki, Rojava’daki sürecin geleceği önünde ciddi engeller oluşturmaktadır.
Rojava’daki uygulamalar, Öcalan’ın teorik çerçevesini sahada sınırlı biçimde hayata geçirmeye çalışsa da, DAİŞ ve HTŞ’nin gibi güçlerin varlığı, Türkiye’nin müdahale tehdidi ve emperyalist güçlerin hamleleri, demokratik konfederalizmin öngördüğü özerklik ve yerel yönetim idealini neredeyse işlevsiz kılmaktadır. Bu durum, halkların eşit ve özgür iradesinin ancak kendi kolektif direnişleri ve devrimci örgütlenmeleriyle korunabileceğini göstermektedir.
Gerçek kurtuluş, halkların eşit ve özgür iradesiyle şekillenen bir Suriye’de mümkündür. Başta emperyalist güçler olmak üzere Türkiye, HTŞ ve diğer bölgesel aktörlerin denetimi altında Aleviler, Dürziler, Kürtler ve tüm halkların geleceği güvence altında olamaz. Öcalan’ın önerileri, devlet karşısında halkların iradesini korumak değil, teslimiyeti meşrulaştırmaktır. Barış ve güvenlik, despot iktidarlarla uzlaşarak değil, yalnızca halkların kolektif mücadeleleriyle sağlanabilir.
Öcalan, Lenin’i “aştığını” iddia etse de, Lenin devrimci özünü kaybetmiş ve burjuvaziye yedeklenmiş “ortodoks” barış anlayışını sert biçimde eleştirmiştir:
“Barış özlemi, demokrasi ve proletarya adına söylenen burjuva yalanlarının başlangıcına işaret eden önemli bir belirti… Bu özlemi, halklara devrim olmaksızın barış vaat eden burjuva safsataların yığınına dönüştürmek tehlikelidir.”
Ve yine:
“Barış sloganını tekrar etmek, halklara hükümetlerin demokrat ya da işçi yanlısı olduğu yanılsamasını vererek en tehlikeli aldatmacadır.”
Bugün de Türkiye devletinin sert müdahale söylemleri ile Kürt siyasetindeki uzlaşmacı yaklaşımlar, Rojava’da çözümün önünde ciddi engeller oluşturmaktadır. Ortak yaşam olasılığı her zaman mevcut olsa da, Öcalan’ın teorik önerileri ve yerel uygulamaları, bölgedeki gerçek güç dengesini değiştirmeye yetmemektedir.
Yaşadığımız dönem, tarihsel olarak “ilginç zamanlar” olarak nitelendirilebilir. Türkiye–Kürt hareketi ilişkileri, bölgesel güç dengeleri ve emperyalist müdahaleler bu zamanı belirsizlik ve gerilimlerle dolu bir dönem hâline getirmektedir. Gelecek, bugün alınan kararları ve yapılan beyanları yeniden değerlendirecektir, ancak gerçek kurtuluş, halkların eşit ve özgür iradesine dayalı devrimci bir perspektifle mümkün olacaktır.