Cumhuriyet Kimin Cumhuriyeti?

“Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün,

eğer o özel mülkiyetin temellerine dokunmuyorsa,

o cumhuriyet, sermayenin cumhuriyetidir.”  Lenin

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu kutlanıyor. Resmî söylem; “halk egemenliği”, “özgürlük” ve “bağımsızlık” gibi kavramlarla örülüdür.

Ancak su soruyu sormaliyiz: Bu cumhuriyet kimin cumhuriyetidir?

Gerçekten “halkın” mı, yoksa belirli bir sınıfın, belirli bir ulusun ve kültürel kimliğin mi cumhuriyetidir?

Lenin’in belirttiği gibi, devlet sınıflarüstü bir aygıt değildir, tersine, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürmesinin aracıdır.

Bu perspektiften bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir “ulusal kurtuluş” hareketinden çok, Osmanlı’nın çözülüş sürecinde yükselen Türk burjuvazisinin iktidarını kurumsallaştırma süreci olarak okunabilir.

Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliği, kısa sürede anti-feodal ama burjuva karakterli bir dönüşüme evrilmiştir.

Farklı düşünceleri, ulusları ve azınlıkları yok saymış; asimilasyon ve katliamlara tabi tutmuştur.

Savaş sürecinde herkesin desteğini almak için kullanılan söylem ve uygulamalar, verilen sozler zaferin ardından unutulmuş; cumhuriyet kendi sınıfsal ve ideolojik kimliğine bürünmüştür.

Cumhuriyet, köylü yığınlarını, işçileri ya da ezilen halkları temsil etmemiş; aksine bu sınıfları yeni kurulan devletin ideolojik ve ekonomik temellerine tabi kılmıştır.

Cumhuriyet’in “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi, gerçekte burjuva sınıfının egemenliğini halk egemenliği gibi gösteren bir ideolojik örtü işlevi görmüştür.

Devletin biçimi değişmiş, ama özü — yani üretim araçlarının mülkiyeti, sınıfsal tahakküm ve merkezî otorite — değişmemiştir.

Kemalist modernleşme projesi, emekçi sınıfları siyasetten dışlayan, “halk” kavramını ise homojenleştirerek Türk, Sünni ve erkek bir yurttaş tipine indirgemiştir.

Böylece “cumhuriyet”, tüm farklılıkları bir potada eritme bahanesiyle asimilasyoncu bir ulus inşası projesine dönüşmüştür.

Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde etnik, dinî ve kültürel farklılıklar sistematik biçimde bastırılmıştır.

Ermeni, Rum, Kürt, Alevi, Süryani ve Yahudi topluluklarının yaşadığı ekonomik, kültürel ve fiziksel tasfiyeler, yeni burjuva devletin “millî ekonomi” politikalarının önkoşulu hâline gelmiştir.

Varlık Vergisi, Mecburi İskân ve Dersim Tertelesi gibi katliamlar, yalnızca “milliyetçi sapmalar” değil, sınıfsal karakteri Türk burjuvazisinin lehine şekillendiren planlı adımlar olarak okunmalıdır.

Cumhuriyet, işçi sınıfının örgütlenmesini engellemiş, sendikal hareketleri bastırmış ve sosyalist fikirlere ağır baskılar uygulamıştır.

1920’lerin başında Anadolu’da yükselme potansiyeli taşıyan proleter devrimci hareketler, Kemalist kadrolar tarafından bastırılmıştır.

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, tarihsel olarak bir burjuva devrimi, ancak halk devrimi değildir.

Bu nedenle “demokratik cumhuriyet” gibi söylemler, halklar ve ezilenler nezdinde devletin sınıfsal karakterini gizlemekten başka bir işlev görmemiştir.

Halkın ve devrimci perspektifin gözünden bakıldığında, 1923’te kurulan cumhuriyet halkın değil, burjuvazinin cumhuriyetidir.

Gerçek halk cumhuriyeti, ancak üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı, ulusal ve kültürel eşitliğin sağlandığı, emekçilerin iktidar organlarıyla devletleştiği bir düzende mümkündür.

Bugün kutlanan cumhuriyet, halkın değil, sermayenin ve ulus-devlet ideolojisinin cumhuriyetidir.

Gerçek cumhuriyet, proleter devrimin cumhuriyeti olacaktır.

Önceki İçerikReuters duyurdu: Netanyahu, Gazze’ye “güçlü” saldırı emri verdi
Sonraki İçerikGazze’de Ateşkes İhlali: En Az 100 Filistinli Hayatını Kaybetti