i
Türkiye siyasetinde son dönemde yoğunlaşan tartışmalar, düzen içi aktörlerin taktiksel hamlelerinden ziyade, iktidarın topluma dayattığı milliyetçi–güvenlikçi dilin muhalefet cephesine de sirayet ettiğini gösteriyor. DEM Parti temsilcilerinin açıklamaları etrafında şekillenen son polemikler de bunun çarpıcı bir örneği oldu. Özellikle Gülistan Koçyiğit’in “Biz not ediyoruz, bu süreçte kim nasıl tutum alıyor” sözleri, otoriter devlet jargonunun muhalefet içinde yeniden üretildiğini ortaya koyuyor. “Not ediyoruz”, “gereği yapılacak”, “unutmuyoruz” gibi ifadeler, yıllardır devletin tehditkâr söyleminin temel parçalarıdır ve muhalefet temsilcilerinin bu dili benimsemeye başlaması, otoriterliğin siyasal alandaki hegemonik etkisini güçlendirmektedir.
Pervin Buldan’ın “DEM artık ana muhalefet partisidir” paylaşımını yapıp kısa süre içinde silmesi ise siyasal davranışların giderek duygusal, reaksiyoner ve stratejik akıldan uzaklaştığını gösteriyor. Oysa halkı temsil etmek, sosyal medyanın hızlı ve tepkici dinamiklerine kapılmakla değil; tutarlılık, örgütlü akıl ve uzun vadeli siyasal bir perspektifle mümkündür.
DEM Parti, ezilenlerin ve yok sayılanların partisi olduğunu iddia etse de bu iddianın pratik karşılığı giderek zayıflamaktadır. İşçi sınıfının ağır sömürü koşullarına karşı direndiği, emeklilerin yaşam hakkı için meydanlara çıktığı, gençliğin geleceksizlikle kuşatıldığı, barınma krizinin milyonları etkilediği bir ülkede DEM’in bu alanlardaki görünürlüğü neredeyse yalnızca basın açıklamalarıyla sınırlı kalmaktadır. Oysa gerçek bir öncülük; direniş çadırında işçinin yanında durmayı, gençliğin mücadelesini örgütlemeyi, emeklilerin hak arayışına fiili destek vermeyi, mahallelerde örgütlenmeyi geliştirmek gerektirir. Bu alanlardaki eksiklik, partinin kimlik eksenli dar bir alana sıkıştığını ve geniş emekçi kesimlerle temas kuramadığını gösteriyor.
DEM bileşenleri arasında “sınıf eksenli siyaset” iddiasında bulunan yapılar olsa da bu iddianın sahadaki karşılığı zayıftır. Kimlik temelli yaklaşımın baskınlaşması hem örgütlenme kapasitesini daraltmakta hem de halkın çok yönlü mücadelesini tek bir eksene hapsetmektedir. Böylece parti, “ezilenlerin partisi” iddiasını söylem düzeyinin ötesine taşıyamamaktadır.
Son günlerde CHP–AKP–MHP hattında İmralı üzerinden yürütülen tartışmalar, düzen içi kliklerin güç mücadelesinden başka bir anlama gelmemektedir. Bu tartışmalar halkın sınıfsal taleplerini görünmez kılmakta, iktidarın siyasal mühendisliğini pekiştirmekte ve muhalefeti kimlik temelli ayrışmalar üzerinden etkisizleştirmektedir. DEM Parti’nin bu tartışmalara aşırı tepki vererek iktidarın kurduğu polemik zeminine hızla dahil olması, tarihsel misyonuyla da çelişmektedir.
DEM’in iktidarın güvenlikçi dilini hızla benimsemesi, yalnızca politik bir zaaf değil; iktidarın faşizan uygulamalarına rağmen hâlâ “çözüm” ya da “normalleşme” beklentisi taşımanın vahim bir göstergesidir. Gülistan Koçyiğit’in “Bu çabanın sonucunda bugün dünden daha umutluyuz, kararlıyız, çözüme yakınız. Özlediğimiz çözüm gerçekleşecek” sözleri de bu beklentiyi dile getirmektedir. Oysa bugüne dek Erdoğan iktidarının Kürt sorunu da dahil hiçbir demokratik talebi çözme iradesi olmadığı defalarca kanıtlanmıştır.
Koçyiğit’in “Bu süreç barış sürecidir, demokrasi sürecidir… Kimse AKP karşıtlığını çözüm karşıtlığına çevirmesin” sözleri, iktidarın geçmişte yarattığı büyük yıkımlara rağmen hâlâ bir çözüm aktörü olarak görülmesini beraberinde getiriyor. Ancak Sur’un yıkımından, binlerce siyasi tutsağın rehin alınmasına, kayyum darbelerinden Kürt mahallelerinin talanına kadar sayısız ağır saldırıda rol almış bir iktidarı bugün “barışın adresi” olarak sunmak hem tarihsel gerçeklere hem de halkın hafızasına aykırıdır.
Ortadoğu’da süren bölgesel yeniden dizaynın hedeflerinden biri de Kürtlerin statüsüz bırakılmasıdır. “Terörsüz Türkiye süreci” adıyla pazarlanan yönelim; ABD–İngiltere–İsrail ekseninin Suriye’yi ve bölgeyi yeniden şekillendirme planlarıyla yakından bağlantılıdır. Bu süreç, Rojava’da ortaya çıkan modelin tasfiyesini, Kürt halkının kazanımlarının geriletilmesini ve dört parçada da statüsüzlüğün meşrulaştırılmasını hedeflemektedir. Koçyiğit’in “Barışa inanmayanlar bahane uydurmasın” söylemi de bu politik atmosferin yarattığı yanılsamalardan bağımsız değildir.
İktidarın temel stratejilerinden biri, muhalefeti Türk–Kürt ekseninde bölmek ve sınıf eksenli mücadeleyi görünmez hale getirmektir. Bu fay hatlarına sıkışan siyaset, emekçilerin ortak çıkarlarını perdelemekte ve otoriterliğin güçlenmesine hizmet etmektedir. Muhalefetin bu tuzağa düşmesi, halkların birleşik mücadelesinin önündeki en büyük engellerdendir.
Bugün Türkiye’de gerçek çıkış yolu; Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin, göçmenlerin ve tüm ezilenlerin tek adam rejimine karşı birleşik, sınıf eksenli, antifaşist bir mücadeleyi büyütmesinden geçmektedir. Bu mücadele; işçinin direnişinde, öğrencinin barınma arayışında, emeklinin adalet talebinde ve yoksul mahallelerde kurulan dayanışma ağlarında hayat bulmalıdır. DEM Parti’nin eksik kaldığı yer tam olarak burasıdır: sınıf mücadelesinin sıcak alanlarında görünür, örgütleyici ve öncü bir çizginin kurulamaması.
Türkiye’yi otoriter karanlıktan da bölgesel savaş girdabından da çıkaracak olan; kimlik siyasetinin dar sınırlarını aşan, halkçı, dayanışmacı ve sınıf merkezli bir mücadeledir.
Şemdin Şimşir
6 Aralık 2025






