Ankara’nın Vesayetine ve Faşist İktidara Kuzey Kıbrıs’ta Halkın Yanıtı

Kıbrıs, onlarca yıldır emperyalizmin, milliyetçiliğin ve sermaye güçlerinin çıkar çatışmalarının kesiştiği bir ada. 1974’teki bölünme, yalnızca iki toplum arasında değil; aynı zamanda emek ile sermaye, halk iradesi ile dış müdahale arasındaki ayrımın da derinleştiği bir dönüm noktasıydı. Bugün “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adı altında sürdürülen yapı, esasen Ankara’nın siyasi ve ekonomik tahakkümü altında işleyen, halkın kendi kaderini tayin hakkının yıllardır gasp edildiği bir düzeni temsil ediyor.

Bu koşullar altında yapılan 2025 cumhurbaşkanlığı seçimleri, salt bir lider değişimi değil; halkın iradesini yeniden eline alma çabası olarak tarihe geçti. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, oyların %62,76’sını alarak Ersin Tatar karşısında ezici bir zafer kazandı. Bu sonuç, beş yıldır süren baskı, yoksulluk, yolsuzluk ve Ankara müdahaleciliğine karşı biriken toplumsal öfkenin sandığa yansıması oldu.

2020’de Türkiye’nin tüm devlet olanaklarını kullanarak Mustafa Akıncı’ya karşı yürüttüğü kampanya sonucunda Ersin Tatar’ın “atama” yoluyla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtulması, Kıbrıslı Türkler açısından büyük bir kırılma yaratmıştı. Halkın iradesi, bir kez daha sermayenin ve Ankara’nın çıkarları uğruna çiğnenmişti.

Faşist sistemin adayının kaybetmesi üzerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yaptığı “Derhal parlamento toplanmalı, seçimleri iptal etmeli ve Türkiye’ye katılma kararı almalıdır” açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’a yaklaşımını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

Beş yıl boyunca uygulanan neoliberal politikalar, kamu kaynaklarının yağmalanması, eğitim ve sağlıkta çöküş, barınma krizleri ve asgari ücretin açlık sınırının dahi altında bırakılması, halkı derin bir yoksulluğa sürükledi. Bu nedenle Erhürman’ın zaferi yalnızca bir seçim başarısı değil, aynı zamanda emekçilerin, gençlerin ve yoksulların sesi olarak okunmalıdır.

Ersin Tatar ve Ankara’nın yıllardır tekrarladığı “iki devletli çözüm” söylemi, halk nezdinde çoktan inandırıcılığını yitirdi. Bu söylem, bağımsızlık değil, aksine, Kıbrıs’ın kuzeyinde halkın kendi iradesi yerine Ankara’nın vesayetini kurumsallaştıran bir siyaset pratiğine dönüştü.

Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri Umut Ersoy, bu politikanın “bir takiye”, yani halkı kandırmaya yönelik sahte bir söylem olduğunu vurguluyor. Ersoy’a göre Türkiye’nin hedefi gerçekten bağımsız bir Kuzey Kıbrıs yaratmak değil, kendi çıkarlarını garanti altına alacağı, ekonomik ve siyasal olarak kendisine bağımlı bir yapı kurmaktır.

Gerçekten de 2017’den bu yana Ankara, “iki devletli çözüm”den söz etmesine rağmen ne TBMM’de KKTC’nin tanınmasına dair bir karar almış, ne de uluslararası düzeyde somut bir girişimde bulunmuştur. Halkın gözünde bu politika artık bir “bağımsızlık” değil, açık bir sömürgeci vesayet anlamına gelmektedir.

Türkiye’deki anaakım medya, Kıbrıs sorununu halklara değil, iktidarlara hizmet eden bir dille aktarmaya devam ediyor. Federasyon fikri, “Kıbrıs’a yama olmak” gibi hamasi sloganlarla küçümseniyor. Oysa federasyon; iki halkın siyasi eşitliği temelinde, birleşik ve bağımsız bir Kıbrıs anlamına geliyor.

Bu sistematik manipülasyon, Türkiye halkını da yanıltıyor. Milliyetçilikle beslenen bu dil, Kıbrıslı Türklerin iradesini değersizleştiriyor. Kıbrıslı Türkler açısından bu durum yalnızca siyasal bir mesele değil; aynı zamanda bir onur mücadelesinin parçasıdır.

Tufan Erhürman’ın zaferi, halkın mevcut düzene ve Türkiye’nin müdahalesine duyduğu öfkenin dışavurumuydu. Ancak bu zaferin anlamı yalnızca bir tepkiyle sınırlı değil, aynı zamanda yeni bir siyasal yönelim için de fırsat sunuyor. Halk, “İrademize dokunmayın” diyerek, kendi geleceğini tayin etme kararlılığını güçlü bir biçimde ortaya koydu.

Yine de Erhürman’ın kampanyasında federasyon talebinin geri planda tutulması, CTP’nin tarihsel olarak temsil ettiği çizgiden bir sapma olarak değerlendirilebilir. “Stratejik işbirliği” gibi muğlak ifadeler, halkın özlemini duyduğu açık, eşitlikçi ve kararlı bir barış perspektifinin yerini alamaz.

Bağımsızlık Yolu’nun da altını çizdiği gibi, seçim yalnızca mücadelenin bir cephesidir. Gerçek kurtuluş sandıkta değil, halkın kendi kaderini belirleme hakkı için vereceği örgütlü mücadelede yatmaktadır.

Özel sektörde sendikalaşma oranının %1’in altında olduğu bir ülkede sınıf mücadelesi hâlâ en temel meseledir. Bağımsızlık Yolu’nun “10 kişi ve üzeri işçi çalıştıran kurumlarda sendikasız işçi çalıştırmak yasaklansın” talebi, bu yönüyle sınıf siyasetinin merkezine oturuyor.

Parti, kadın mücadelesinden Filistin halkıyla dayanışmaya kadar her alanda anti-emperyalist bir çizgi izlemektedir. Ersoy’un sözleri bu anlayışı özetliyor:

“Bizim için hayatın her alanı bir mücadeledir. Eğitimden sağlığa, emeğin örgütlenmesinden barışa kadar her cephede direnişi büyütüyoruz.”

Kuzey Kıbrıs’taki 2025 seçimleri, yalnızca bir lider değişimi değil; beş yıldır süren baskıya, yolsuzluğa ve dış müdahaleye karşı halkın ayağa kalkışıdır. Erhürman’ın zaferi, halkın kendi kaderine sahip çıkma iradesinin sembolü olmuştur.

Ancak bu zaferin anlamlı hale gelmesi için Kıbrıs’ın devrimci güçlerinin görevi açıktır: Halkın enerjisini sandıkla sınırlamadan, onu örgütlü halk mücadelesine dönüştürmek. Çünkü gerçek özgürlük, emperyalizmin ve sermayenin gölgesinden kurtulmuş, eşit ve birleşik bir Kıbrıs’ta mümkün olacaktır.

Önceki İçerikHacettepe Öğrencileri Yemekhane Rezervasyon Sistemine Karşı Eylemlerini Sürdürüyor
Sonraki İçerikKayseri Erciyes Üniversitesinde kadın cinayeti